Salı, Aralık 28, 2010

Bek

Beklemek hakikaten kötü yahu !
Duymak istediğin söz, kulağından girmeyince ne olur ki ?
Ya da,
Görmek istediğin şeyi, gözün görmezse ?
İnsanın kimyasını etkiliyor işte.
Senin beklemen ile hayatının teklemesi doğru orantılı gibi görünüyor. En azından o an için..
Her neyse,
Önümüzdeki maçlara bakacağız artık..

Kitabım açık, dört gözle beni ''bekliyor''. Çalışmam gereken bir sürü konu var. Onu daha fazla bekletmeyeyim.
Haydi kalın sağlıcakla, kalın ama bekleme ve bekletme yapmayın anacım !


Salı, Aralık 14, 2010

Çelişmek Değil Gelişmek Gerek

Arada sırada da olsa ''entelektüel'' takılmakta fayda var elbette. (kelimeyi Türk Dil Kurumu'na bakarak yazdım, itiraf ediyorum, hep karıştırmışımdır iki L' mi, tek L' mi diye)

Her neyse, ne oluyor ki entel (şimdiki zaman kipi ile artık böyle söyleniyor maalesef) takılınca ?

Gülüyorsunuz, hüzünleniyorsunuz, ''hah işte nasıl da cuk oturdu'' filan diye düşünüyorsunuz.
Kendinizi dünyanın en sosyal insanı hissediyorsunuz. Hafifliyorsunuz, içiniz ısınıyor.
Salona girmeden önceki postürünüzle, salondan çıktıktan sonraki postürünüz arasında bile anlamlı bir fark oluyor. Çökmüş omuzlardan kurtuluyorsunuz en basiti.
Dikleşiyorsunuz. Ders alıyorsunuz, güçleniyorsunuz.
''Kara Murat benim'' diye bağırmamak için kendinizi zor tutuyorsunuz.
Sergi sergi dolaşıp, kimsenin anlamadığı bir tablonun karşısında ''hımmm oldukça soyut çalışılmış bir eser'' naraları atmak istiyorsunuz.
Dünyayı kurtarmak istiyorsunuz filan...
Zaman içerisinde aşağı seviyelere düşen yüz kaslarınızda, o hain yerçekimini yenmek için belirgin bir güç hissediyorsunuz (bazen ağız kenarlarının kulaklara vardığını söyleyenler bile var, o derece yani) 

Aslında,

Kalitenin ve eğitimin ne demek olduğunu biraz daha iyi anlıyorsunuz. Salonun dolu olduğunu fark edip,  bu iki kavrama değer verenleri gördüğünüzde çok daha mutlu oluyorsunuz. 
Kafanızdaki karmaşaları daha basit ve daha güzel hale dönüştürüyorsunuz. Sorunlara pratik çözümler de bulunabileceğini idrak ediyorsunuz.

Yani,

Farkındalığınızı ve hayattaki güzel şeyleri yakalama kapasitenizi arttırıyorsunuz.

Hele de benim gibi azıcık ayran gönüllü iseniz (--ki bu konuda azıcık olmadığımı düşünenler de var) hemen ''ben de eğitim alacağım, ben de onlar gibi olacağım'' şeklindeki gazla şişiyorsunuz. Her ne kadar önünüze  ket vurulunca ve ertesi gün yapmak durumunda olduğunuz işleri düşününce o gazınız kalmasa da, bir sonraki etkinlikte kendisini yine aynı şekilde hissettireceğini düşünerek rahatlıyorsunuz.

Kısacası güzel, hem de çok güzel.
Çok kaliteli.
Takdire fazlasıyla şayan..
Ne mi?

Devlet Tiyatroları !

Yeteneğin ötesinde oyuncular, muhteşem oyunculuk, sahne terbiyesi, mütevazı duruş ve çok daha fazlası...

Uzatmayayım, alın sevdiğiniz insanı yanınıza, devlet tiyatrolarına gidin, oyunları izleyin, izlemeyenlere izlettirin. İnanın hiç pişman olmazsınız, bir sonraki oyunu çekmek için ip bile bulamazsınız.

Biletlerin 10 TL olması da cabası..
Öğrenciyseniz 6 TL..

İyi seyirler efendim...

      
                  
  




Henry ve Alice'nin Gizli Yaşamı                  

                         




                   Bavul


  


Cumartesi, Aralık 11, 2010

Özrümüz Büyük




'' Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz, karşı tarafın haklı olduğu manasına gelmez. Karşınızdaki insana verdiğiniz değerin egonuzdan yüksek olduğunu ifade eder ''





Freud söylemiş valla ben onun taklitçisiyim. Okuyunca çarptı beni bu söz nedense.
Dur dedim, hemen bloguma yazayım dedim.

Şimdi bu söz beni böyle çarptıysa ne düşünmem gerekir acep ?
Haklı olmak, özür dileyebilmek, karşı taraf, insana verilen değer, ego, yüksek, ifade etmek vs vs vs..

İfade etmekte takıldım. Her şeyin bize ifade etmeye çalıştığı bir şeyler var aslında. Ama bu durum kalın kafamıza girmediği gibi, bir de o kalın kafanın içindeki ifade edilemeyen düşünceler ego'ya sanki mükemmelmiş havası veriyor. Hey allahım ya..

Neyse, çok düşünemeyeceğim. Hazırlamam gereken bir sunumum var ve ben vakit harcadığım için önce kendimden özür diliyorum. Kolay özür dilerim ben.

Dileyin anacım, özür dileyin, özrünüzü ifade edin, çıkarın içinizdeki özürleri. Rahatlayın..
Dilinizi korkak alıştırmayın..
Özür dileyemeyen özürlülerden olmayın !

Haydi şimdilik kalın sağlıcakla...

Cuma, Aralık 03, 2010

Öyle İşte

Bugün tadım yok blog. Neden diye hiç sorma. ''Öyle işte'' derler ya hani, hıh aynen öyle işte.
Ayağın yere basması durumu galiba.
Ya da sanki hayatın ağırlığı birdenbire üzerine çöküveriyor.
Demek, seni havaya uçuran her neyse tüm yükünü alıyormuş, hafifletiyormuş seni.
Yorgunluk..
Kırgınlık..
Küskünlük..
Unutmuşum ne kadar ağır olduklarını...


Çarşamba, Aralık 01, 2010

Umut

Henüz sekiz yaşındaydı Umut. Dikkat eksikliği nedeni ile gelmişlerdi annesi ile birlikte.
Doktor Umut'la konuştu.
Sonra da annesi ile.

''Oğlumun dikkat eksikliği var'' dedi anne. ''Önemli şeylere hiç dikkat etmiyor''
''Bizi hiç önemsemiyor, duymuyor bile''

Anne kaygılanıp ağlamaya başladı.

O sırada, bir başka hasta yanlışlıkla kapıyı açtı.
Umut, kapının aralığından annesinin gözlerini gördü. Islak gözlerini...
Bir adım attı, emin olunca içeri girdi.

O minik gözlerindeki o inanılmaz kaygıyla annesinin yanına geldi.
Soran gözlerle annesine baktı, yanağına dokundu, eridi.
Hiç konuşmadı Umut.
Tek kelime çıkmadı ağzından.
Anlattığı şey kelimelerle zaten anlatılmazdı.

Doktor gerekli bilgileri vererek uğurladı anne ve çocuğu.
Sonra anneye bakan o masum gözleri düşündü ve kısacık bir not düştü sayfanın altına :

'' Belki de dikkatin ta kendisiydi Umut. Hatırlayamadığımız bir zamanda kaybettiğimiz duyarlılığın ta kendisiydi. Belki de bazen asıl hasta olan bizlerdik ve gözümüzün önünde duran ilacı görmüyorduk !'' 

Dışarı çıktıklarında, anne hala Umut'u düşünüyordu. Umut'un kendilerini hiç önemsemediğini...


Salı, Kasım 30, 2010

Seviye Tespit Sınavı



Hasta yaklaşık iki yıldır takip ediliyordur. 
Bu iki yıllık süre içerisinde baba, ne ilaç yazdırmaya ne de kontrollere gelmiştir. Her defasında anne ile görüşülmüştür. (eee ne var bunda)

İki yıldan sonra bir gün anne rahatsızlanmıştır. (hımmmm)
Ayağa kalkamayacak durumdadır. (nasıl olur)
Çocuğun ilacı, bitmek için tam da o günü bulmuştur.  (hay allah)

Anne, ilaca ait heyet raporunu vererek eşinden ilaç yazdırmasını istemiştir (bak sen)
Bilindiği üzre ilaç raporunda hastanın daha sonra tekrar zorluk çekmemesi için, değişik ilaç alternatifleri de bulunmaktadır (e güzel)
Baba size gelir ve ilaç yazdırmak istediğini söyler (mantıklı)
Siz de doğal olarak '' hangi ilacı kullanıyor '' diye sorarsınız (hangi cüretle)
O anda baba, ona dünyanın en zor sorusunu sormuşsunuz gibi yüzünüze bakar (haklıdır)
O yüz ifadesi bir süre olduğu yerde kalır (o an ne düşündükleri hakkında yapılan çalışmalar hala devam etmektedir)
O sırada klas bir hareketle kendine gelir. Gururludur, size bakar ve ''işte'' der, ''rapor''   (hımmm)

Raporda bir kaç ilaç bulunduğunu, çocuğun bu ilaçlardan hangisini kullandığını tekrar sorarsınız (ama kaşınıyorsun doktor)
Bunun üzerine, az önceki yüz ifadesine bir de ''kardeşim ben mi doktorum sen mi, bana neden soruyorsun'' ifadesi eklenir.   (-- ki, literatürde bu ifadenin diğerine göre daha uzun sürdüğü vakalar tanımlanmıştır)

Beklersiniz.

Baba o sırada, ilaç raporunun arkasında bir ilaç ismi görür ve o da ne ! yine aynı klas hareket, aynı bakış ve gurur !
Siz adı yazan ilacın, rapordakilerden birisi olduğunu görüp, ''bunu kullandığına eminsiniz değil mi, yoksa eczacıya ya da anneye telefon açıp sorabilirsiniz'' dersiniz   (yuh artık)
''Hayır'' der ve üç numaralı ifadeye geçer ''ben bu dediysem budur, biliyorum, nokta'' (eh zaten yol sormayı da pek sevmezler)

Emindir, ne de olsa babadır sonuçta  (ha şunu bileydin doktor)

Siz ilacı yazarken, iç dünyanızda çatışma içerisindesinizdir ''kaç miligram alıyor diye sorsam mı sormasam mı sorsam mı sormasam mı sorsa......''  (bu ne cüret doktorrrr)
Tüm baskılara rağmen yine de sorarsınız.
Bu durumda baba sözel olmayan ifadeden sözel ifadeye başvuvur ''iki yıldır kullanıyor, galiba günde üç kere''.
Galiba' larla olmayacağını söylemek artık size pahalıya patlayabileceğinden, iki yıldır kullandığını göz önüne alarak, yaşına da uygun olan bir dozu reçetelersiniz. (senin işin bu zaten, sormadan yazmak)
Reçetelersiniz ama üzerine basa basa şunu söylersiniz :
'' Buraya bu şekilde yazıyorum ama lütfen siz bu zamana kadar nasıl kullanıyorsanız, bundan sonra da öyle kullanın. Çünkü, doz konusunda çok emin olamadınız sanıyorum'' (galibalarla olmayacağının yumuşakçası)
Baba '' tabi ki, tabi ki, hanım bilir zaten'' diyerek, büyük bir iş yapmanın mutluluğu içerisinde oradan uzaklaşır.

Eve gider...

Anne ilacı görür ve:  ''aaa çocuk bunu kullanmıyor ki, bunu ilk zamanlar kullanıyordu'' ( al işte, al birini vur ötekine, sus be kadın, zaten az önce doktor yeterince üzerine geldi adamcağızın)
Baba ''hastanelerden nefret ettiğini, doktorun verdiği ilacı bile bilmediğini, raporda da bunun olduğunu'' söyleyerek homur homur homurdanır.  (ah doktor ah, onbinbeşyüzseksenyedinci hastanın ilacını nasıl aklında tutmazsın)

Anne şaşkın ama çaresiz, çocuk ilaçsız, baba yorgun ama gururludur artık !..

Aşağıda bulunan soruları lütfen  ''parçaya göre'' cevaplandırınız.

1) Parçaya göre annenin tepkisi ne olmalıdır?
       a) demek ki çocuğumun artık buna ihtiyacı var, ben anlamam zaten
       b) aman bu doktorlar da bir gün öyle bir gün böyle söylüyorlar canım
       c)  ilaç mı? ben bilmem beyim bilir
       d) bu sorunun cevabını da ben bilmem beyim bilir
       e) iç şunu çocuk, bıktım senden, seni doğuracağıma taş doğursaydım keşke

2) Parçaya göre doktorun tepkisi ne olmalıdır?
       a) çocuğa bir şey olup olmadığına göre değişir
       b) ben o doktorun yerinde olsam var yaa ... ......
       c) amaaaannnnnnn çok da tın
       d) ben bilmem beyim bilir
       e) bu meslek yapılmaz kardeşim

3) Parçaya göre dış çevrenin ve medyanın tepkisi ne olmalıdır?
     a) sağlıkta skandall ! hastaya yanlış ilaç yazan doktor hakkında yasal işlem başlatıldı
      b) şimdi de bu durumun amerika ile olan ilişkilerimizi nasıl etkileyeceği gündemde !
      c) hastane yan gelip yatma yeri değildirrrrr !
      d) açılım şart !
      e) ne olacak bu galatasarayın hali !

4) Bu parçada bize anlatılmak istenen şey nedir?
   a) Doktorlar, iki yıldır çocuğu ile ilgilenmeyen bir baba gördüklerinde hemen ortamdan        uzaklaşmalıdır.
    b) Anne, ''her şeye rağmen benim kocam 'iki' yıl olduğunu biliyor, bu kadar kocayı bile  bulamayan kadınlar var'' diyerek, mutluluğuna mutluluk katmalıdır.
    c) Böyle babalar, raporu acil olarak düzenlenerek özürlüler kuruluna sevk edilmelidir.
      d) Zavallı anne !
      e) Zavallı çocuk !

İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz. Süre kısıtlaması yoktur. Başarılar.

Pazartesi, Kasım 29, 2010






Blog- bilmem kaç ay, bilmem kaç gündür şuracığa bir şeyler yazılmaz mı yahu ?

İpek- haklısın, blogca konuşmayı beceremedim bir türlü

Blog- beceren nasıl beceriyor peki diye sormazlar mı adama?

İpek- eh sorarlar elbet

Bl-   ????

İ-    iş, güç, koşuşturma, kafayı kaşıyacak vakit, sıkıntı, üzüntü ve muz kabuğu, bla, bla, bla...

Bl-  hiç canın çekmez mi arada iki lafın belini kırmayı ?

İ-   çekiyor, kan çekiyor her şeyden önce tabi ki

Bl- olsun, böyle saçmalayacak olsan da gel, saçmala

İ-   olsun mu gerçekten?

Bl-  olsun tabi. Saçmalayacaksan da blogca saçmala.

İ-   ipekce de çok güzel saçmalarım ben

Bl-  ona ne şüphe canım

İ-   nasıl yani?
..
..
..
..
..
..
..
..
..
İ-  nasıl demiştim?
..
..
..
..
..
..
İ-   ???
..
..
..
İ-   blog ?
..
İ-  blooooooooooooggg ?

İ-  e hani blogca ? hani iki laf ? hani iki lafın beli ? hani saçmalamalamalamalamal l l l  ufffffffffff

İ-  gidiyorum, bi daha da buraya gelmem !

Cuma, Mayıs 14, 2010

Bir Soru




( yazabiliyor olduğum zamanların birinde yazılmıştır, 01.09 2009 )


Epeyce oluyor...
Bir akşam evimin balkonunda, kalori hesabı yaptığım için şekersiz içmeyi tercih ettiğim demli kahvemi yudumlarken hafiften bir tartışma sesi ile irkildim. Kim olduğunu bilmediğim bir çift ‘’ ayrılık’’ tan bahsediyordu. Tartışma pek de hararetli sayılmazdı. 
Kavga etmenin hakkını vermiyorlardı :)

Onları duyduktan sonra bana iletilen bir rica aklıma geldi. Kalkıp biraz daha demli bir kahve aldığımı hatırlıyorum. Sonra daldım bir yerlere... 
Neresi olduğu meçhul sanıyordum ama biliyormuşum. Ayrılık ağacının dallarına takılmışım meğer. O kadar uzun ve karmaşık dalları vardı ki, kolay kolay içinden çıkılamıyordu.

Düşündüm, düşündüm…
Neydi bu ayrılık?..

Bir isim miydi, cisim miydi? Yenilir, içilir miydi?
Gerekli miydi? Olmazsa olmaz mıydı?
Kişisel bir problematik miydi, yoksa toplumun bir sorunsalı mıydı?
Bir ilacı var mıydı sabah-akşam aç karnına alınan??
Bir zafer miydi? Ya da bir sınav mıydı, düşük notla kalınan...

Postadan gelen bir tayin yazısı mıydı ayrılık?
Otobüs hareket etmek üzere iken, dışarıdakilere bir el sallayış mıydı?
Bir Volkan Konak şiiri miydi?
Özlemek miydi, yoksa hiç özlememek mi?
Bir fetih miydi çağ değiştiren? Orta çağın bitip, yeni çağın başlaması mıydı hayatta?
Özgürlük müydü? Boğulacağını hisseden bir insanın ‘’ oh bee ‘’ demesi miydi??
Bir ihtilal miydi? İnsanın içinden silah sesleri gelir miydi?
Elde bir tane bile as yokken yapılan korku dolu bir blöf müydü? Her şeye çekilen rest miydi?
Geçici miydi? Yoksa bir sekel bırakır mıydı kişinin sol yanında??

Belki de bir oyundu ayrılık. Saklambaç gibi. Peki saklanmayan ebe miydi? Önü hüzün, arkası aşk, solu kin, sağı özlem miydi?
Bir SMS miydi? 160 karaktere sığar mıydı?
Yoksa porte üzerine yerleştirilmiş 8 notadan oluşan bir şarkı mıydı? Hicaz mıydı, caz mıydı?

Uçup giden bir sigara dumanı mıydı?
İçilen içkinin ilk yudumu muydu? İlk yudumdan sonra unutulur muydu, yoksa her bir yudumda daha çok boğulurmuşçasına boğazda hissedilen bir düğüm müydü?
Belki de bir sinek vızıltısıydı geceleri uyutmayan..
Yırtıp atılan bir fotoğraftı.
Yüreğin götürdüğü yer miydi, aklın götürdüğü yer mi?

Günlerden hangisiydi ayrılık?
Pazartesi miydi, yeni sendromlarla yeni başlangıç mıydı? Yoksa Pazar mıydı, bir bitiş günü müydü?
Kapatsak kahve falında çıkar mıydı? Falcı görse söyler miydi?
Hayatın baraj derslerinden biri miydi? Onu geçmeden hayattan geçilemez miydi?

Neydi? Neydi? Neydi?

Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor anonsu muydu?
Yoksa yaşamın klavyesindeki alt+f4 kısa yolu muydu?
Her gece kurulan hayallerin, sabah olunca kırılması mıydı??
Dünya klasiklerinden biri miydi? Kalbimizin kitaplığında bulunması gerekli miydi?
Buğulanmış cama yazılmak istenen özel bir isim miydi?
Sadece siyah renk kullanılarak yapılmış bir resim miydi?

Acaba bunları okusa, bize uzaktan bakıp kıs kıs güler miydi?

Neydi?
Ne renkti?
Mevsimlerden hangisiydi?
Sadece bir laf mıydı, gaf mıydı, af mıydı?
Yan gelip yatış mıydı (!!) ? Acımasız bir satış mıydı?
Hayata farklı bir bakış mı, yoksa acı bir yakış mıydı?

Neydi ayrılık?
Ben bulamadım…

Yazamayış Durumu !


Yok, yok ! Beceremeyeceğim.

Bir insanın canı bu derecede yazı yazmak isterken ve yazmayı düşündüğü şeyler gün içerisinde havada uçuşurken, klavyenin başına oturup yarım saattir ''ne yazsam acaba? '' diye düşünmesi haksızlık !
Bu müthiş isteğe karşı yapılmış bir haksızlık !

Böyle olmamalıydı efendim, olmamalıydı !

Her ne kadar beynimin, standartlara göre daha büyük ve daha çok miktarda kıvrımı olsa da, şu an yüzlerce mükemmel konunun bu kıvrımlardan taşıyor olması ve bir bir klavyemin üzerine dökülüyor olması gerekiyordu. Şaşırmalıydım, aval aval bakınmalıydım.
'' hangisini yazmalıyım, hangisini, hangisini '' diyerek paniğe kapılmalıydım.

Yok, yok ! Yıkılmış durumdayım.
Artık yazı yazmak isteyen taraflarımı nasıl barıştırabilirim bilmiyorum.
İçimde yıkılan bu dehşet potansiyel enerjiyi tekrar kinetik hale nasıl çevirebilirim bilmiyorum.

Yok, yok ! Uyumalıyım !
Uyuyup unutmalıyım !
Belki de tüm bildiklerimi unutup, her şeyi baştan yazmalıyım !
En baştan !!!

Cuma, Nisan 09, 2010

Ey İnsanlık !


Küs müyüz?
Başka bir zamanda mısın ?
Yalandan, ikiyüzlülükten, kalleşlikten, kahpelikten uzak...
Değerinin daha çok bilineceğini düşündüğün yerlere mi gittin bizi bırakıp ?
Gitme insanlık ! Gitme !
Bak, serçe parmağımızı uzatıyoruz sana.
Küsme insanlık ! Küsme !

Pazartesi, Mart 22, 2010

Herkes Gibi, Hiç Kimse Gibi


Efendim, öyle bir organizma düşünün ki, dışarıdan normal görünse de kendi içinde hiçbir zaman tipik olmayı başaramamış. Belki herkes gibi, belki de hiç kimse gibi…

Garip bir İpek organizması…

Her ne kadar oksijen alıp karbondioksit veren bir yapım olsa da, normal şartlar altında bile tuhaf bir fizyolojiye sahibim. Atipik bir insanım vesselam. Bir de bu atipikliğin cümle aleme duyurulması istendi Arzu’cum tarafından. İlginç olan 7 özelliğimizi yazmamız konusunda mim’lenmişiz, başımıza ödül konmuş. Bu ikinci mim’lenişim. Henüz birinci mim’i kaldıramaz iken ikincisine bakakaldım. Olsun efendim. Sıra birinciye de gelir elbet.

Başlayalım, ödüle layık olmaya çalışalım, bakalım ne çıkacak?

İşte İpek organizmasının atipik davranışları:

1. Yemek yemeyi çok severim. Öyle böyle değil hani. 46 XX olan birinin bu derece yemesi şaşkınlık verici elbette. Abartıyor muyum bilinmez. Ama keyfim varsa, nasıl yediğimi bilenler bilir efendim. (Bırakın beni bırakın, böyle mutluyum ben.)

2. Uykuyu çok seven ama asla uyumak istemeyen garip bir yanım var. Bıraksanız kış uykusuna yatar gibi uyuyabilirim ama uyumak istemem. Hafta içi günlük 5 saatlik uyku ile hayatını hiç zorlanmadan idame ettiren İpek organizması, hafta sonu fırsat bulursa 15 saat bile uyuyabilir efendim.

3. Gripli halimi çok severim. Gripli iken konuştuğumda kulağıma gelen o puslu, o yanık sesimle hep şarkı söylemek istemişimdir. Sıfır enerji halinde olduğumdan pek yapamamışımdır ama bu istek bir sonraki gripte, hedeflerim arasındaki yerini korumaktadır.

4. Her izlediğim filmi üç boyutlu gibi izlerim, içine dalarım ve deli gibi etkisinde kalırım. Üzücü bir film ise içime sıkıntılar girer, afaganlar basar. Mutsuz olurum. O andan sonra bir daha asla film izlemeyeceğime kendi kendime karar veririm ama bu kararı uygulayabildiğim görülmemiştir. (Aynı durum okuduğum kitaplardan sonra da olmaktadır)

5. Siyah yazan tükenmez kalemleri hiç sevmem, mavi yazanları severim. Böyleyim efendim, buna engel olamıyorum. Beyaz sayfa üzerine mavi yazının daha çok yakıştığını düşünmüşümdür.

6. 13 sayısını çok severim ve çok uğurlu olduğuna inanırım. Tuhaf değil mi?

7. Günlük ya da haftalık şarkılarım vardır. Yüzlerce kere aynı şarkıyı dinleyebilirim. O şarkıdan o an çok keyif alıyorumdur ve o keyfin bir süre değişmesini istemem, işte o kadar ! (İyi ki varsın psikopat media player’ım, seni seviyorum.)

8. Ev işi yapmayı hiç sevmem. Bir gün bilim adamlarının, her yeri kendi kendine, üstelik de şarkı söyleyerek temizleyebilen bir Balerina Cif yapacaklarına can-ı gönülden inanırım. Hep aynı şarkıyı söyletirim balerina cif’ime. Psikopat balerina cif’im, süppperr

...veee son olarak

9. 28 Mart 2010'da saat 20.45’te sarı-kırmızılı bir grup taraftarın, mutlu olabileceklerini düşünmelerine içten içe üzülürüm. Ne dersiniz, bu sizce de ilginç değil mi? 

Şimdi sizden gözlerinizi kapatmanızı rica ediyorum. Yukarıda okumuş olduğunuz maddeler, (dokuzuncu madde dışında), 5 saniye içinde kendini imha edecek ve kendilerinin bir daha okunmasına fırsat vermeyeceklerdir. Ben üçten geriye doğru saymayı bitiririp, parmaklarımı şıklattığımda gözlerinizi açacak ve okuduklarınızı unutup, İpek’in normal bir insan olduğuna inanmaya devam ediyor olacaksınız 
Olacaksınız değil mi? 

Haydi o zaman,
üçççç,
ikiiiiii,
biiiiiiiiiirrr …

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Sevgili Selluka


Sevgili Selluka,
Hayatıma hoş geldin.
Heyecanlıyım. Hiç aklımda yoktun.
Bir arkadaşım var, çok sevdiğim, güzel yürekli. Kulağın çınladı mı bilmem ama onunla dedikodunu yaptık azıcık. Güzel şeyler konuşmuş olmalıyız ki şu an hayatımdasın.
Kim bilir birbirimizden ne çok şey öğreneceğiz. Kim bilir ne kadar çok eğleneceğiz. Sen ne dersin bilemem ama ben buna ''çghb'' diyorum.
Gariptir, hemen kanım kaynadı sana.
Sevgili Selluka,
Hoş geldin hayatıma...