Salı, Aralık 28, 2010

Bek

Beklemek hakikaten kötü yahu !
Duymak istediğin söz, kulağından girmeyince ne olur ki ?
Ya da,
Görmek istediğin şeyi, gözün görmezse ?
İnsanın kimyasını etkiliyor işte.
Senin beklemen ile hayatının teklemesi doğru orantılı gibi görünüyor. En azından o an için..
Her neyse,
Önümüzdeki maçlara bakacağız artık..

Kitabım açık, dört gözle beni ''bekliyor''. Çalışmam gereken bir sürü konu var. Onu daha fazla bekletmeyeyim.
Haydi kalın sağlıcakla, kalın ama bekleme ve bekletme yapmayın anacım !


Salı, Aralık 14, 2010

Çelişmek Değil Gelişmek Gerek

Arada sırada da olsa ''entelektüel'' takılmakta fayda var elbette. (kelimeyi Türk Dil Kurumu'na bakarak yazdım, itiraf ediyorum, hep karıştırmışımdır iki L' mi, tek L' mi diye)

Her neyse, ne oluyor ki entel (şimdiki zaman kipi ile artık böyle söyleniyor maalesef) takılınca ?

Gülüyorsunuz, hüzünleniyorsunuz, ''hah işte nasıl da cuk oturdu'' filan diye düşünüyorsunuz.
Kendinizi dünyanın en sosyal insanı hissediyorsunuz. Hafifliyorsunuz, içiniz ısınıyor.
Salona girmeden önceki postürünüzle, salondan çıktıktan sonraki postürünüz arasında bile anlamlı bir fark oluyor. Çökmüş omuzlardan kurtuluyorsunuz en basiti.
Dikleşiyorsunuz. Ders alıyorsunuz, güçleniyorsunuz.
''Kara Murat benim'' diye bağırmamak için kendinizi zor tutuyorsunuz.
Sergi sergi dolaşıp, kimsenin anlamadığı bir tablonun karşısında ''hımmm oldukça soyut çalışılmış bir eser'' naraları atmak istiyorsunuz.
Dünyayı kurtarmak istiyorsunuz filan...
Zaman içerisinde aşağı seviyelere düşen yüz kaslarınızda, o hain yerçekimini yenmek için belirgin bir güç hissediyorsunuz (bazen ağız kenarlarının kulaklara vardığını söyleyenler bile var, o derece yani) 

Aslında,

Kalitenin ve eğitimin ne demek olduğunu biraz daha iyi anlıyorsunuz. Salonun dolu olduğunu fark edip,  bu iki kavrama değer verenleri gördüğünüzde çok daha mutlu oluyorsunuz. 
Kafanızdaki karmaşaları daha basit ve daha güzel hale dönüştürüyorsunuz. Sorunlara pratik çözümler de bulunabileceğini idrak ediyorsunuz.

Yani,

Farkındalığınızı ve hayattaki güzel şeyleri yakalama kapasitenizi arttırıyorsunuz.

Hele de benim gibi azıcık ayran gönüllü iseniz (--ki bu konuda azıcık olmadığımı düşünenler de var) hemen ''ben de eğitim alacağım, ben de onlar gibi olacağım'' şeklindeki gazla şişiyorsunuz. Her ne kadar önünüze  ket vurulunca ve ertesi gün yapmak durumunda olduğunuz işleri düşününce o gazınız kalmasa da, bir sonraki etkinlikte kendisini yine aynı şekilde hissettireceğini düşünerek rahatlıyorsunuz.

Kısacası güzel, hem de çok güzel.
Çok kaliteli.
Takdire fazlasıyla şayan..
Ne mi?

Devlet Tiyatroları !

Yeteneğin ötesinde oyuncular, muhteşem oyunculuk, sahne terbiyesi, mütevazı duruş ve çok daha fazlası...

Uzatmayayım, alın sevdiğiniz insanı yanınıza, devlet tiyatrolarına gidin, oyunları izleyin, izlemeyenlere izlettirin. İnanın hiç pişman olmazsınız, bir sonraki oyunu çekmek için ip bile bulamazsınız.

Biletlerin 10 TL olması da cabası..
Öğrenciyseniz 6 TL..

İyi seyirler efendim...

      
                  
  




Henry ve Alice'nin Gizli Yaşamı                  

                         




                   Bavul


  


Cumartesi, Aralık 11, 2010

Özrümüz Büyük




'' Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz, karşı tarafın haklı olduğu manasına gelmez. Karşınızdaki insana verdiğiniz değerin egonuzdan yüksek olduğunu ifade eder ''





Freud söylemiş valla ben onun taklitçisiyim. Okuyunca çarptı beni bu söz nedense.
Dur dedim, hemen bloguma yazayım dedim.

Şimdi bu söz beni böyle çarptıysa ne düşünmem gerekir acep ?
Haklı olmak, özür dileyebilmek, karşı taraf, insana verilen değer, ego, yüksek, ifade etmek vs vs vs..

İfade etmekte takıldım. Her şeyin bize ifade etmeye çalıştığı bir şeyler var aslında. Ama bu durum kalın kafamıza girmediği gibi, bir de o kalın kafanın içindeki ifade edilemeyen düşünceler ego'ya sanki mükemmelmiş havası veriyor. Hey allahım ya..

Neyse, çok düşünemeyeceğim. Hazırlamam gereken bir sunumum var ve ben vakit harcadığım için önce kendimden özür diliyorum. Kolay özür dilerim ben.

Dileyin anacım, özür dileyin, özrünüzü ifade edin, çıkarın içinizdeki özürleri. Rahatlayın..
Dilinizi korkak alıştırmayın..
Özür dileyemeyen özürlülerden olmayın !

Haydi şimdilik kalın sağlıcakla...

Cuma, Aralık 03, 2010

Öyle İşte

Bugün tadım yok blog. Neden diye hiç sorma. ''Öyle işte'' derler ya hani, hıh aynen öyle işte.
Ayağın yere basması durumu galiba.
Ya da sanki hayatın ağırlığı birdenbire üzerine çöküveriyor.
Demek, seni havaya uçuran her neyse tüm yükünü alıyormuş, hafifletiyormuş seni.
Yorgunluk..
Kırgınlık..
Küskünlük..
Unutmuşum ne kadar ağır olduklarını...


Çarşamba, Aralık 01, 2010

Umut

Henüz sekiz yaşındaydı Umut. Dikkat eksikliği nedeni ile gelmişlerdi annesi ile birlikte.
Doktor Umut'la konuştu.
Sonra da annesi ile.

''Oğlumun dikkat eksikliği var'' dedi anne. ''Önemli şeylere hiç dikkat etmiyor''
''Bizi hiç önemsemiyor, duymuyor bile''

Anne kaygılanıp ağlamaya başladı.

O sırada, bir başka hasta yanlışlıkla kapıyı açtı.
Umut, kapının aralığından annesinin gözlerini gördü. Islak gözlerini...
Bir adım attı, emin olunca içeri girdi.

O minik gözlerindeki o inanılmaz kaygıyla annesinin yanına geldi.
Soran gözlerle annesine baktı, yanağına dokundu, eridi.
Hiç konuşmadı Umut.
Tek kelime çıkmadı ağzından.
Anlattığı şey kelimelerle zaten anlatılmazdı.

Doktor gerekli bilgileri vererek uğurladı anne ve çocuğu.
Sonra anneye bakan o masum gözleri düşündü ve kısacık bir not düştü sayfanın altına :

'' Belki de dikkatin ta kendisiydi Umut. Hatırlayamadığımız bir zamanda kaybettiğimiz duyarlılığın ta kendisiydi. Belki de bazen asıl hasta olan bizlerdik ve gözümüzün önünde duran ilacı görmüyorduk !'' 

Dışarı çıktıklarında, anne hala Umut'u düşünüyordu. Umut'un kendilerini hiç önemsemediğini...